Yeryüzündeki İlk Canlı Nasıl Ortaya Çıktı?

Yeryüzündeki İlk Canlı Nasıl Ortaya Çıktı?

image002

 

Yeryüzünde hayat nasıl başlamıştır? Bazı insanlar (bunların içinde hala bazı bilim adamları da mevcuttur) bu soruyu “yeryüzündeki canlılık, tek bir hücreden tesadüfen oluşmuş ve bu hücre gelişen şartlara göre değişerek kompleks bir canlı haline gelmiştir” şeklinde cevaplayabilmektedir. Bu cevabı verenler dayanak noktası olarak, 1950’lerde Stanley Miller ve Harold Urey tarafından yapılan deneyleri alırlar. Onlara göre bu deneyler hayatın tamamen tesadüf eseri olarak hayatsızlıktan çıktığına delildir. Bu iki bilim adamı, ilkel atmosfer olarak düşündükleri metan, amonyak, hidrojen ve su içeren bir karışımı elektrik kıvılcımları ile harekete geçirmiş, böylece aminoasit ve diğer organik maddeleri üretmişlerdi.

Urey ve Miller’in metan, amonyak, hidrojen ve su ile elektrik deşarjları kullanarak bazı organik bileşimler oluşturdukları doğrudur. Doğru olmayan, deneylerinde oluşturdukları ortamın hayatın ortaya çıktığı ortamla aynı olup olmadığı ve elde ettikleri organik bileşimlerin canlıları oluşturan bileşimlerle aynı olmamasıdır.

Jeremy Rifkin, Türkçeye Darwin’in Çöküşü adıyla çevrilen kitabında (Algeny: A New World, A New World) bu deneyi şöyle değerlendirir:

“Eğer bilim adamları azıcık şüphe duyma zahmetine katlanmış olsalardı, bu deneyin, tıpkı daha önceki yıllarda çöplerden çıkan sinek kurtlarını gözleyerek hayatın cansız maddeden çıktığını iddia eden bilim adamlarının yaptıkları gibi, kurgusal bir hikayeden ibaret olduğunu hemencecik görebilirlerdi.”(1)

Jeremy Rifkin’in deney hakkında neden böyle bir değerlendirme yaptığı, kitabının ilerleyen sayfalarında deneyin detaylarına yer vermesi ile daha iyi anlaşılır. Şimdi bunlardan bazılarına bakalım:

“Her şeyden önce, hayatın ilk ortaya çıktığı zamanki kimyasal şartların ne olduğunu bilmek neredeyse imkânsızdır. Biyoloji profesörü John Keosian’ın itiraf ettiği gibi “İlkel dünyanın şartlarının ne olduğu üzerinde bir fikir birliği yoktur.”(2)

Ulusal Kanser Enstitüsü (NCI)’de uzman biyokimyacı olan Peter Mora ise bu konuda şunları söylemektedir:

“Görüş ayrılıkları o kadar derindir ki, ilkel ortamın benzer şartlarını oluşturmaya yönelik her deney, son tahlilde organik kimyanın sıradan bir egzersizi olmaktan öteye geçememektedir.”(3)

Miller ve Urey deneylerini ilk açıkladıklarında, deney yeryüzünde ilk canlının oluşumu (Biyogenesis) konusunda ikna edici görünüyordu. Ancak daha sonra yapılan dikkatli incelemeler, bu deneyin iddia edildiğinin aksine hayatın kökenini açıklama konusunda hiçbir değerinin olmadığını ortaya çıkardı.

Evrimcilerin “İlkel Atmosfer” İle İlgili Yanılgıları 

Deneyde dikkat çeken ilk nokta, Miller ve Urey’in yeryüzünde hayatın başladığı zamanki kimyasal şartların benzerini oluşturmak için seçtikleri kimyasal maddelerdi.

Yeryüzünün ilk dönemindeki kimyasal bileşimin ne olduğu henüz “tam olarak” bilinmemektedir. Bu bakımdan halihazırda “hayat şu veya bu şartlar altında oluştu” demek tamamen bilimsel bir gerçeği değil şüpheli bir durumu dile getirmek olur.

Çoğu bilim adamı, hayatın oksijenli bir ortamda başlamış olamayacağında hem fikirdir. Hayatın cansız kimyasal maddelerden tesadüfen çıktığını varsayabilmek için indirgen (oksijensiz) bir atmosfer olduğuna hükmetmek gerekir; çünkü öyle olmasaydı, oksijenli atmosfer, kimyasal hayat maddeleri organik bileşimlere dönüşmeden önce onları oksitlendirerek veya tekrar karbondioksit, su, nitrojen ve oksijene ayrıştırarak imha ederdi.

Aslında, dünya atmosferinin bugüne kadar geçen zamanda değişmemiş olması ihtimal dahilindedir. Nitekim ilk kaya oluşumlarında oksitlenmiş demir bulunması oksijenin baştan beri atmosferde var olduğunu düşündürür. Aslında Stanley Miller da “oluşumu esnasında dünyanın indirgen bir atmosfere sahip olup olmadığını bilmiyoruz”(4) diyerek deneyi üzerindeki şüpheleri kendi ağzıyla dile getirmiştir.

image004

Evrimcilerin en büyük yanılgılarından bir tanesi de yanda temsili resmi görülen ve ilkel dünya olarak nitelendirdikleri ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir. Miller deneyi gibi çalışmalarla bu iddialarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Ancak bilimsel bulgular karşısında yine yenilgiye uğramışlardır. Çünkü 1970’li yıllarda elde edilen sonuçlar, ilkel dünya olarak nitelendirilen dönemdeki atmosferin yaşamın oluşması için hiçbir şekilde uygun olmadığını kanıtlamıştır.

image005

Hücredeki Kompleks Yapı

Hücre bilinen en kompleks ve en üstün tasarıma sahip sistemdir. Biyoloji profesörü Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde bir Teori), isimli kitabında hücrenin kompleksliğini bir örnekle açıklamaktadır:

“Moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın gerçek yönünü anlayabilmek için bir hücreyi çapı 20 kilometre olan, Londra veya New york gibi büyük bir şehrin büyüklüğüne ulaşana kadar milyonlarca kez büyütmeliyiz. Bunun sonucunda karşımızaeşsiz bir kompleksliğe ve mükemmel bir tasarıma sahip bir yapı çıkacaktır. Hücrenin yüzeyinde, sürekli olarak bazı maddelerin giriş ve çıkışına yarayan ve bir uzay gemisinin liman çıkışlarını andıran milyonlarca kapı görülür. Eğer bu kapılardan birinden içeriye girme imkanımız olsa kendimizi dünyanın en muhteşem teknolojisinin ve insanı hayrete düşürenbir kompleksliğin içinde buluruz…İnsan zekasının yapımı olan her ürünün çok üstündeki bu komplekslik bizim düşünme kapasitemizin çok üstündedir ve şans kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır…”

Miller ve Urey deneylerini indirgen atmosfer şartlarında yaparak oksijen engelini aşmaya çalışmışlardır. Ama bu aşılması mümkün olmayan yeni bir engelin habercisidir. Eğer Urey ve Miller’in iddia ettiği gibi ilkel atmosferde oksijen olmasaydı, Dünya’yı morötesi ışınlardan koruyan ozon tabakası da olmazdı. Dünya morötesi ışınlardan korunmayınca da, hayat en ilkel seviyede bile ortaya çıkamazdı. R. L. Wysong bu konuda şöyle der:

“İlkel atmosferde oksijen olsaydı, hayat ortaya çıkmazdı. Çünkü oksitlenme nedeniyle kimyasal öncüler imha olurdu; eğer ilkel atmosferde oksijen olmasaydı, o zaman da ozon olmazdı ve kimyasal öncüleri morötesi ışınlardan koruyacak olan ozon olmayınca da hayat ortaya çıkmazdı.”(5)

Evrimciler bu açmazdan kurtulmak için hayatın su altında geliştiği, böylece de yeryüzüne düşen öldürücü morötesi ışınların bertaraf edildiği fikrini ortaya atmışlardır. Ama bu iddia da daha zorlu üçüncü bir engelin karşılarına çıkmalarına engel olamamıştır. Miller ve Urey, kimyasal maddeleri harekete geçirmek için elektrik deşarjları kullanmış gerçek dünyada da bu işi şimşeğin bu işlevi gördüğünü iddia etmişlerdi. Buradaki problem şimşeğin dünyayı kaplayan ve içinde amonyak ve metan bulunan suya  nüfuz edemeyecek olmasıdır.

“Hayatın başlayabilmesi için su buharı, amonyak, karbondioksit, nitrojen ve metanın aminoaside dönüşmesi ve sonra da polipeptitleri üretmek için otomatikman birleşmesi gerekir (polipeptitler, proteinlerin birincil yapısını oluşturan peptit bağlarıyla bağlanmış çok fazla sayıda aminoasidin oluşturduğu bir molekül zinciridir). İşte evrimcilerin problemini çözümsüz kılan esas nokta burasıdır. “Çünkü aminoasitlerden oluşan polipeptitler fazla su olduğu zaman sentez oluşturamazlar.”(6)

Organik kimya uzmanı A. E. Wilder-Smith’in de ifade ettiği gibi, fazla su, polipeptitlerin tekrar aminoaside dönüşebilme özelliğini ortadan kaldırır. Böylece su, proteinlerin oluşumunu engellemiş olur.

image006

Doğada aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının, aynı insanın sağ ve sol ellerindeki farklılık gibi, birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır.

Urey-Miller Deneyindeki Öldüren Aminoasitler

Wilder-Smith, Urey ve Miller’in deneylerinin bir başka kusurunu daha dile getirir:

Deneyde elde edilen aminoasitler hayatın oluşumu için hiç de uygun değildir. Kimyacılar aminoasidi levoratary ve dextrorotary diye iki gruba ayırırlar. Dextrorotary grubundakilerin hayatı destekleme kabiliyeti yoktur. Aksine genelde öldürücü özellikleri vardır. Canlı aminoasitler hep birinci grupta yer alırlar. Bu bilgilerden sonra Wilder-Smith şu tespitte bulunur:

“Hayatın oluşması için canlı protoplazmanın (ilk biçim) tüm yapı kütlelerinin  (aminoasitler) levorotary olması gerekir…

image008

Proteinleri meydana getiren amino asitlerin, doğadaki birçok bağlantı şeklinden tek bir tanesini kullanarak birbirleriyle bağlanmaları gerekir. Bu bağa, peptid bağ adı verilir. Aksi takdirde, amino asit zincirleri işe yaramaz, proteinler oluşamaz.

Eğer az bir miktar bile dextrorotaryli aminoasit molekülü bulunursa, farklı bir üç boyutlu protein yapısı oluşur ki, bu da hayat metabolizması için uygun değildir.”(7)

Bunun anlamı şudur: Levoratary ve dextrorotary asitlerinin bileşimi –ki kimyacılar buna racemate ismini verir- bile hayatın oluşmasını sağlayamaz. Miller ve Urey deneylerinde sadece racemate oluşturabilmişlerdir. Aslında benzer tüm deneylerde sadece racemate elde edilmiştir. Wilder-Smith’in söylediği gibi “Bir racemate de hiçbir şartta canlı protein veya hayatı destekleyen protoplazma oluşturamaz.”(8)

Harold Urey bir konferansta “tüm canlılar saf levorotary aminoasit gerektirirken, kendilerininki de dahil olmak üzere laboratuvar deneylerinde otomatik süreçlerle sadece racemate üretilebilirken, hayatın kimyasal maddelerin rastgele bileşimiyle oluştuğu nasıl açıklanabilir ki?” sorusuna muhatap olmuş ve aynen şu cevabı vermiştir: “Ben de bunun hakkında epey düşündüm; gerçekten bu önemli bir soru … cevabı ben de bilmiyorum.”(9)

İngiltere Southhampton Üni.’de fizyoloji ve kimya profesörlüğü yapmış olan G. A. Kerkut ise, bilimin Biyogenesis yani ilk canlının oluşumu ilgili teoriler karşısında içine düştüğü durumu şöyle özetler:
“Biyogenesis üzerine çok az kanıt vardır ve onun gerçekleştirilebileceğine dair herhangi bir işaret yoktur. Bu sebeple biyologlar açısından Biyogenesis’in gerçekten olup olmadığı, hangi Biyogenesis metodunu tercih edecekleri bir kabul meselesidir. Kısacası, ne olup bittiği konusunda geçerli bir delil yoktur.”(10)

AMİNO ASİT

500 amino asitli ortalama bir protein molekülünün uygun çeşit ve sıralamada dizilmeleri ihtimalinin yanısıra, içerdiği amino asitlerin hepsinin yalnızca sol-elli olması ve bu amino asitlerin her birinin de yalnızca peptid bağı kurması ihtimali 10950’de “1” ihtimaldir. 1’in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan bu sayıyı yukarıdaki gibi de yazabiliriz.

 

 

 

 

 

Görüldüğü gibi evrimcilerin her fırsatta ileri sürdükleri Urey-Miller deneyinin hayatın kökenini açıklayıcı hiçbir bilimsel değeri yoktur. Urey-Miller deneyi bir gerçeği ortaya çıkarmıştır: Her adımda açmaza giren bir teoriyi destekleme girişimleri yeni açmazlar doğurmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Bilimsel kanıtlar yeryüzündeki hayatın bir anda ortaya çıktığını yani canlıların yaratıldığını göstermektedir: Yüce Allah bütün canlıları eksiksiz bir şekilde yaratmıştır.

Alıntılar

(1) Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, Ufuk Kitapları, İstanbul 2001, s.133.
(2) John Keosian, The Origins of Life, New York: Reinhold, 1968, s.27.
(3) Peter Mora, “The Folly of Probability”, The Origins of Prebiological Systems and Their Molecular Matrice, (ed). S. W. Fox, New York: Academic Pres, 1965, s.41.
(4) Stanley Miller, “Production of Some Organic Compounds under Possible Primitive conditions”, Journal of the American Chemical Society, 77 (1955), s.2351.
(5) R. L.Wysong,, Creation-Evolution controversy, Midland, Mich., Inquiry Pres, 1976, s.212
(6) . E. Wilder-Smith, The Natural Sciences Know Nothing of Evolution, San Diego, Master Boks, 1981, s.14.
(7) A. E. Wilder-Smith, The Natural Sciences Know Nothing of Evolution, San Diego, Master Boks, 1981, s.19.
(8) A. E. Wilder-Smith, The Natural Sciences Know Nothing of Evolution, San Diego, Master Boks, 1981, s.20.
(9) R. L. Wysong, Creation-Evolution controversy, Midland, Mich., Inquiry Pres, 1976, ss.75-76.
(10) G. A. Kerkut, Implications of Evolution, New York, Pergamon Press, 1960,  s.150

Yazar/ Onur Yıldız

 

Rating overview

  • Yeryüzündeki İlk Canlı Nasıl Ortaya Çıktı?
Total score
Good 4.5