Teknolojinin Ulaşamadığı Tasarım: İnsan Yürüyüşü
İnsan bedenine şöyle bir genel olarak bakacak olursak, bu sürecin bir mucizeler zincirindeki ilk halkanın olduğunu görürüz. Sağlıklı doğan bir bebek yaşaması için gerekli olan ve tüm
ihtiyaçlarını eksiksiz karşılayacak organlarla beraber doğar. Bu organların ortak özellikleri hepsinin son derece kompleks bir yapıya sahip olması ve birbirlerini mükemmel bir biçimde, tamamlamaları.
İnsan vücudunu bir saate benzetebiliriz. İçinde çok sayıda parça barındıran bir saate. Eğer bu saati oluşturan parçalardan bir teki eksik olsaydı ya da yanlış kullanılsaydı saat çalışmazdı.
Bu yazımızda sizlere saatteki tek bir parçadan bahsedeceğim: insanın yürüyüşü ve hareket sistemi. Bu tek örnek bile insan vücudunun ne kadar büyük bir mucize olduğunu anlamaya yetecektir. Peki bu mucize nasıl ortaya çıkmış olabilir?
Evrimci biyolog Douglas Futuyma bu konuda şunları söylüyor:
“Yaratılış ve Evrim, canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegâne iki açıklamadır. Canlılar, dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır; ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa o zaman üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.”
(Douglas J.Futuyma, Science on Trial, Pantheon Books, New York 1983, s.197
Futuyma’nın ne dediğini bir örnek vererek biraz daha pekiştirelim:
Masa üzerinde dizilmiş, içleri çeşitli renklerde boyalarla doldurulmuş şişeler yanında farklı numaralarda fırçalar, tuvaller ve palet olsa; hemen yanı başında bu malzemelerden meydana gelmiş tam bir ahenk, renk uyumu, kusursuz gölgeleme ve perspektif örnekleri gözüken ruhu okşayan bir resim olsun. Bu manzara bize neyi çağrıştırır? Acaba içimizden hiçbir kimse bu boyaların yıllar içerisinde tesadüfler sonucunda bu resmi oluşturduğunu iddia eder mi? Tabi ki hepimiz ittifakla bu resmi yapan bir sanatçının varlığını kabul ederiz. Çünkü hiçbir zaman mükemmel bir tasarım tesadüflerin eseri olamaz. Şimdi tüm bunları zihnimizin bir kenarına yazıp yürüme sistemimizi incelemeye başlayalım:
Yürümek, daha çok küçük yaşlardan itibaren, hepimizin hiç zorlanmadan yaptığımız bir eylemdir. Bir fiziksel rahatsızlığı olmayan herkes henüz 2-3 yaşlarında iken yürümeye başlar. İnsanın hayatta ilk öğrendiği şeylerden biri yürümektir. Yürümeye başlamadan önce hiçbir zaman kendimize “acaba adımımı hangi açıyla atmalıyım”, “şöyle basarsam dengemi kaybeder miyim”, “şu engeli aşmak için ayağımı ne kadar yukarı kaldırmalıyım”, “çok kaldırırsam düşer miyim” gibi sorular sormamışızdır. Yürümek bizim için her zaman çok basit bir işlem olmuştur.
Peki bu derece rahatlıkla gerçekleştirdiğimiz bir eylem acaba bilim adamları içinde bu derece basit midir?
Internet’te İngilizce olarak “insan yürüyüşü” yazıp bir arama yapıldığında karşımıza milyonlarca farklı makale ve site çıktığı görülecektir. Bu tek örnek dahi yürümemizin ne derece karmaşık bazı sistemlerin bir araya gelmesi ile gerçekleştiğinin açık bir göstergesidir. Yürümemizi bu derece karmaşık kılan nedir?
Yürüme sistemimizi karmaşık kılan her biri çok sayıda parçadan oluşan çeşitli sistemlerden oluşmasıdır. Bir insanın yürüme fiilini gerçekleştirebilmesi için gerekli unsurlar şunlardır:
1-Taşıyıcı sistem
2- Hareketi sağlayan sistem
3- Denge ve Koordinasyon
Yürümenin ilk şartı vücudu taşıyan özel bir sistemin var olmasıdır. Vücudumuzdaki taşıyıcı sistem diğer organları taşıyabildiği gibi ekstra yükleri ve zorlanmaları da kaldırabilir: Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. 16 kilogram ağırlığında kemik, 80 kilo ağırlığında bir insan bedeninde taşır. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki bu kemiklerimizi bu kadar sağlam kılan nedir?
Bu sorunun cevabı kemiklerin eşsiz tasarımında gizlidir: Kemiklerin iç yapısı, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı kafes yapı sistemine benzer. Kemiklerin içindeki sistem, insanların geliştirdiğinden çok daha üstün ve karmaşıktır. Bu yapı kemiklerin hem son derece sağlam hem de çok hafif olmasını sağlar. Kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, kemikler taşıyabileceğimizden ağır olurdu. Tek bir adım atmak için çok büyük bir kuvvet ve enerji harcamak zorunda kalırdık. Üstelik içi dolu olan kemikler daha sert ve kırılgan hale gelirdi. Atılan ilk adımda ya da sıçrama da hemen çatlar veya kırılırlardı.
İnsanoğlunun kullandığı en sağlam ve kullanışlı malzemelerden biri çeliktir. Ancak kemikler birçok özelliğiyle çelikten çok daha üstündür. Bir parça çelik, kemiğin ancak onda biri kadar esnekliktedir ve kemikten 3 kat daha ağırdır.
İskelet sistemimizde vücudun üst kısmının ağırlığını omurga taşır. İnsanın rahat hareket edip yürüyebilmesini sağlar. Omurga, “omur” denilen 33 tane küçük kemiğin birbirlerinin üzerine dizilmesiyle oluşur. Omurgamızda sinirsel iletişim ağının geçmesi için koruyucu bir kanal unutulmamıştır.
Her adım atışımızda omurgamızı meydana getiren omurlar birine sürtünecek şekilde hareket eder. Bu durumda omurların zaman içinde aşınarak yapısının bozulması beklenebilirdi. Ancak hiçbir zaman böyle olmaz. Omurların arasına yerleştirilmiş olan kıkırdak yapılı diskler otomobil tekerleklerindeki yükü emen amortisörler gibi çalışarak aşınmayı engellerler. Amortisörler yıllar süren teknolojik birikimin sonunda mühendislerin vardığı arabalar için en verimli bir sistemdir. Ancak bizim vücudumuzda herhangi bir mühendise ihtiyaç duyulmadan bu sorun çözülmüştür.
Omurganın S şeklinde kıvrımlı yapısı üzerindeki yükün eşit dağıtılmasını sağlar. Yürümek için attığınız her adımda, vücut ağırlığınız nedeniyle yerden vücudunuza doğru bir tepki kuvveti gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve “kuvvet dağıtıcı” kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan amortisörler ve kıvrımlı özel yapı olmasa, atılan her adımda, ortaya çıkan kuvvet direkt olarak kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.
Hareketli mekanik parçalar birbirine sürtündüklerinden zaman içinde aşınmaya uğrarlar. Bu nedenle basit bir kapı menteşesinden, araba motoruna kadar her hareketli mekanik sistemde yağlamaya ihtiyaç vardır. Ancak yağlama aşınmayı tam olarak engellemez, yalnızca geciktirir. Gerek yürürken gerekse başka hareketler yaparken vücudumuzdaki eklemler bir ömür boyunca hareket ederler. Buna rağmen hiçbir zaman yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Peki ama nasıl? Bilim adamları yaptıkları araştırmalarında, olayın hayranlık uyandıracak bir sistemle çözüldüğünü gördüler:
Eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında ağdalı ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin “yağ gibi” kaymasını sağlar. Hayatımız boyunca bir an bile kıkırdaklarımızın arasını yağlama gibi bir problemle karşılaşmayız. Kapı menteşelerinin bile ihtiyaç duyduğu yağlama işlemi, üstün bir akıl tarafından, benzersiz bir tasarımla, bizim ihtiyaç duymayacağımız şekilde planlanmıştır.
Yürüme esnasında en önemli görevi üstlenen ayaklardır. Ayak tabanındaki kavisli şekil vücut ağırlığına karşı, kemiklere destek verecek özelliğe sahiptir. Bu kavisten yoksun olan düz tabanlar bu yüzden yürüme zorluğu çekerler. Kemerli yapılar taşıyıcı sistemleri dayanıklı hale getirdiği için insanların yaptığı binalarda ve köprülerde de kullanılır.
Gün boyu ayaklarımızın üzerinde durmamıza rağmen hiçbir zaman acaba ayaklarımızın altındaki hassas dokular, sinirler ve incecik damarlar nasıl zedelenmeden bu kadar basınca dayanabiliyor diye düşünmeyiz. Aynı basıncı ellerimizin üzerinde kalkıp bir müddet durduğumuzu varsaydığımızda ezilmiş dokular, patlamış damarlar ve mosmor bir deri ile karşılaşırız. Böyle olmasının nedeni ayaklarımız özel bir tasarımla basıncın eşit şekilde dağılmasını sağlayacak yastıksı yapısı sayesinde olduğunu görürüz.
Peki daha var olduğu ilk günden beri bu mükemmel sistemleri üzerinde bulunduran insanoğlu herhangi bir mühendis veya tasarımcı olmadan nasıl bu derece ayrıntılı yapılara sahip olmuştur?
Peki hiçbir plan ve tasarlama yeteneği olmayan bir hücre nasıl olmuştur da kusursuz bir insanın dünyaya gelmesine vesile olmuştur. Bu hücre kemiğin iç dokusunun kafesli olması gerektiğine nasıl karar vermiştir. Ayağın kavisi, yağlama sistemi ve şu an bile incelendiğinde bilim adamlarını hayrete düşüren bu yapıların bu şekilde olmasına nasıl karar verebilmiştir. Bunun tabi ki tek cevabı benzersiz ve kusursuz yaratan Allah’ın bu hücreye ilhamından başka bir şey değildir.
“De ki sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz?” (Mülk Suresi, 23)
Yapısı ne kadar mükemmel olursa olsun taşıyıcı sistemin varlığı yürümek için tek başına yeterli olabilir mi? Tabii ki olamaz. Taşıyıcı sistemi hareket ettirecek bir kas sisteminin varlığı şarttır. Vücudumuzdaki hareketleri sağlayan kaslar bünyelerinde milyarlarca küçük mikroskobik motor barındırır. Söz konusu motorlar “kas liflerimizdir. Vücudunuzda 6 milyardan fazla motor var. Bu küçük motorlar bize su içirir, araba kullandırır, yürütür, konuşturur, kalbimizi attırır, gözümüzü kırptırır, nefes aldırır, yemek yedirir, boynunuzu çevirmenizi sağlar… Küçük motorlar yani kas lifleri bir araya gelerek büyük güç tribünlerini yani kasları oluşturur. Örneğin bacağınızı hareket ettiren Quadriseps kası milyonlarca küçük motorun bir araya gelmesiyle oluşmuştur.
İnsanın yürüyebilmesi dahası hareket edebilmesi için kasların ve kemiklerin birbirine bağlanmasının da ayrı bir önemi vardır. Kaslar kemiklere özel bir yapı ile bağlanırlar. Eğer bu bağ şimdikinden daha gevşek olsaydı kemik kastan ayrılırdı. Daha sıkı olsaydı kaslar hareket edemezdi. Şüphesiz bu bağlayıcı dokunun yapısını belirleyen ne kemikler ne kaslar ne de bu dokuyu oluşturan hücreler değildir. Hücrenin de dokunun da bir bilinci yoktur. Bu bilgilerin herhangi bir şekilde hücreye yerleştirilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla hücrelere bilgileri yerleştiren, nasıl davranmaları gerektiğini öğreten, kısacası onları yöneten bir güç vardır.
Yürürken 100’e yakın kas çalışır. Bu kadar çok kas çalışmasına karşın yürüme sırasında harcanan enerji oldukça düşüktür. Gerçekten de kas lifleri %25 verimle çalışan mekanizmalardır ki, bu modern otomobil motorlarının verimine yaklaşık olarak eşdeğer bir orandır.
Yürüyebilmenin dahası hareket edebilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de dengedir. Ne kadar mükemmel bir kas ve iskelet sisteminiz olsa da dengenizi sağlayamazsanız. Dünyanın en atik en kıvrak sporcusu denge sistemi olmadan bir hiçtir. Tüm bedenimizi her saniye sürekli olarak kontrol eden ve ayarlar yapabilen denge sistemimizin önemli bir parçası iç kulakta yer alır.
Bu son derece küçük ve karmaşık bir sistemdir. Sistem 6,5 mm çapında içi özel bir sıvı ile dolu kanallar ve bu kanallarda algılayıcı olarak çalışan tüycükle hücrelerden oluşur. Biz başımızı sağa sola çevirdiğimizde, yürüdüğümüzde ya da herhangi bir hareket yaptığımızda, bu yarım dairelerin içindeki sıvı hareket eder ve tüycükleri titreştirir. Tüycüklerdeki bu titreşim, aynı salyangozda olduğu gibi tüycüklerin bağlı olduğu hücrelerin iyon dengesini değiştirir ve elektrik sinyali üretir. İç kulaktaki labirentte üretilen bu elektrik sinyalleri, labirentten çıkan sinirler aracılığıyla beynimizin arka tarafındaki “beyincik” denen organa iletilir. Beyincik, iç kulaktaki labirentten gelen bu bilgileri her an yorumlar. Ancak dengeyi sağlamak için başka bilgilere de ihtiyaç vardır. Bu nedenle beyincik, gözlerden ve vücudun dört bir yanındaki kaslardan da devamlı olarak bilgi alır. Tüm bu bilgileri müthiş bir hızla analiz eder ve vücudun yerçekimine göre konumunu hesaplar. Bundan sonra ise, bu hesaplamaya dayanarak, kasların nasıl bir hareket yapmaları gerektiğini belirler. Ortaya çıkan sonuç, kaslara yine sinirler aracılığıyla emir olarak bildirilir.
Bu olağanüstü işlemler, saniyenin yüzde biri kadar bile sürmeyen bir zaman dilimi içinde gerçekleşir. Biz de içimizde gerçekleşen bu mucizenin hiç farkında olmadan rahatlıkla yürür, koşar, en zor sporları yaparız. Oysa bu işlerin tek bir anı için vücudumuzda gerçekleştirilen hesaplamaları kâğıda döksek, binlerce sayfa yazmamız gerekecektir.
Gelişen elektronik ve bilgisayar teknolojisi, robot olarak isimlendirdiğimiz makineleri yapmaya imkân tanımıştır. Robot uzmanları yılanları, akrepleri taklit eden robotlar yapmışlardır. Bunun nedeni bu robotların dengesinin, yere dikey duran insanı taklit eden robotlarınkinden daha kolay sağlaması. Bilim adamlarının en çok zorlandıkları robotlar insan vücudunu taklit ederek yapmaya çalıştıkları robotlar olmuştur.
ABD’nin en ünlü teknoloji enstitülerinden biri olan MIT’de görevli robot bilimci Rodney Brooks, yaptıkları araştırmanın sonucunu “…robotlarda kullanılan katı bağlantı yerleri, insanlardaki dış etkileri emebilecek kas sistemleri ve esnek yapılarla kıyaslanamayacak kadar ilkel olduğundan, robotlar için iki ayak üzerinde yürümek çok zor bir işlem olmaktadır” diyerek açıklamıştır.
Bugün bilim adamları yaptıkları yoğun çalışmalar sonunda insan gibi iki ayağı üstünde dik olarak yürüyebilen bir robot yapmayı başardı. Honda firmasının yaptığı Asimo adlı bu robot yürümenin ne kadar büyük bir mucize olduğunu gösteren önemli bir delildir. Asimo yürüyebiliyor, merdiven çıkabiliyor hatta dans edip top bile oynayabiliyor.
Yapımcı firma Asimo’yu tanıttığı zaman bilim çevrelerden büyük takdir ve kamuoyundan da alkış aldı. Çünkü Asimo o zamanda kadar yapılamayan bir şeyi yapıyordu. İki ayağı üzerinde durabiliyor ve insan gibi yürüyebiliyordu. Bu gerçektende robot biliminin o güne kadar ulaştığı en büyük başarılardan biriydi.
Honda firması bu takdiri hak etmek için neler yapmıştı?
PROJE MALİYETİ: 100 milyon Dolar,
PROJE SÜRESİ: 14 yıl,
TEKNİK EKİP: Onlarca mühendis ve bilim adamı,
YAPILAN İŞ: Yürümek ve bazı basit işler
Bazı bilim adamları tarafından Asimo’nun tesadüfen oluştuğu iddia edilse ve bunun gerçek olduğunu anlatmak için çeşitli teoriler öne sürülse insanların buna bakışı nasıl olurdu? Hepimiz biliriz ki bu derece kompleks bir sistem tesadüflerin sonucu olamaz. Hatta biraz daha ileri gidelim ve tüm Asimo’nun parçalarını yan yana koyup yıllar sonra bu parçalar kendiliğinden birleşip Asimo’yu meydana getirmesini bekleyelim. Ne kadar beklersek bekleyelim bu imkansızdır. Peki birileri çıkıpta Asimo’dan çok daha üstün daha karmaşık bir yapıya sahip olan insanın tesadüfi küçük değişimlerle 2 ayaklı olduğunu ve yürüyebildiğini iddia ederse?
Evrimciler iki ayaklılığın maymunların dört ayaklı yürüyüşünden evrimleştiğini iddia ederler. Bu, pek çok yönden gerçekleşmesi mümkün olmayan bir iddiadır.
Öncelikle insan ve maymunlar arasında çok büyük anatomik uçurumlar vardır. İnsanın ve maymunun yürüyüş şekilleri birbirlerinden çok farklıdır. İnsanların iki ayaklı olmalarının evrimi geçersiz kılan bir neden de bunun Darwinizm’in “aşama aşama” gelişim modeline uymamasıdır. Bu iddiaya göre dört ayaklı yürüyen bir canlı bir süre sonra hem dört hem iki ayaklı yürümeye başlamış ve bu şekilde yavaş yavaş iki ayaklı yürüyüşe ulaşmıştır. Ancak böyle bir senaryonun bariz anatomik farklılıklardan dolayı gerçekleşmesi mümkün değildir.
Evrimcilerin insanın “dik durup 2 ayağı üzerinde yürümesi konusundaki iddiaları o kadar dayanaksızdır ki kendileri bile bunu zaman zaman dile getirirler. İngiliz paleontropolog Robin Crampton 1996 yılında bilgisayar yardımıyla yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir “karma” yürüyüşün imkânsız olduğunu göstermiştir. Compton’un vardığı sonuç şudur:
“Bir canlı ya tam dik, ya da tam dört ayağı üzerinde yürüyebilir.” (Ruth Henke, “Aufrecht aus den Baumen”, Focus, cilt 39, 1996, s. 178)
Bir başka evrimci paleoantropolog Elaine Morgan ise insanın evrimiyle ilgili olarak dört önemli açıklayamadıkları sırrın bulunduğunu şöyle itiraf etmektedir:
“İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır şunlardır:
1)Neden iki ayak üzerinde yürürler?
2)Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler?
3)Neden bu denli büyük beyinler geliştirdiler?
4)Neden konuşmayı öğrendiler?
Bu sorulara verilecek standart cevaplar şöyledir:
1)Henüz bilmiyoruz.
2)Henüz bilmiyoruz.
3)Henüz bilmiyoruz.
4)Henüz bilmiyoruz. Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların tekdüzeliği hiç değişmeyecektir.”
(Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York, Oxford University Press, 1994, s.5)
Elain Morgan ve Robin Crampton gibi diğer evrimciler bilmiyor olabilir. Ama bizler biliyoruz ki 4 ayaklı, sürünen, uçan, iki ayağı üzerinde duran bizleri ve tüm canlıları yaratan Rahman ve Rahim olan Allah’tır.
Bunu kabul etmekte zorlananlar bilmelidir ki “insan vücudundaki kusursuz yaratılış sadece doğum sürecinde ya da hareket sistemi ile kısıtlı değildir. Ayak tırnağımızdan saçımızdaki bir tele kadar her yerimiz sonsuz sayıda yaratılış delili ile doludur. Tüm bunları değerlendirecek olursak söylenebilecek tek bir şey kalıyor:Yerde ve gökte ki her şeyi yaratan üstün ilmiyle her şeyi kuşatan Rabbimiz Allah’tır.
Makalemizi sesli olarak dinleyebilirsiniz:
Yazar / Op. Dr. Hüsnü Erel Aksoy
@erelaksoy